Söz uçar, yazı uçamaz...

Sokratesin gördüğü ve uyardığı tehlike buydu. Yazının canavarlaşabileceğine karşı uyarmaya çalışıyordu. Yazının zorunlu olarak gelip dayanacağı yer budur: Kutsal Kitap. Genel olarak yazının sorunu donuk olması, tartışma kabul etmiyor olması. Kendini savunamayacak, fikrini tam anlatamaya, anlaşıldığından emin olmaya ve yanlış anlaşılmaya karşı bir mekanizması olmaması. Hepsinden öte, yazarı fikrini değiştirse de, kitabın fikrini değiştiremeyecek olması. Yani Allah kelamı olan kutsal kitabın özellikleri, zaten her kitapta biraz var. Her kitap biraz sonsöz. Her kitap biraz mutlak doğru. Ve kitabı dağıtıp kendi diskuruna referans edebilecek her akıllı için, her kitap biraz silah! Yanlış anlaşılma da hemen hemen garantili. "Öteki yanağını dön" diyen peygamberin fanatikleri belli ki, "öteki yanağını dön ve silahını çek" olarak anlıyorlar.

Tekrar, çağın zorunlu ilerleyişine ayak diremek meselesine geliyoruz. Psikolojide bir olgu vardır, geriye dönük kehanet. Yani herkesin birşey olup bittikten sonra, onun öyle olacağının bütün işaretlerinin zaten ortada oldu, böyle olacağı çok belliydi hissine kapılması. Benzatenbiliyordumculuk. İşte geriye dönüp çoktan olup bitmiş şeylere baktığınızda, zaten öyle olacağı, zorunlu olarak öyle olduğunu söylemeye bir yatkınlığımız var. Yani seçim sandığından AKP çıkınca yahut Sovyetler dağılınca, herkesin "zaten" bunu yıllar önceden görmüş olduğunu hissetmesi. Çünkü evet, gidişatın işaretler oradaydı ve herkes de gördü. Yalnız hiçkimse bu işaretlerden doğru çıkarımı yapmadı. Bunun esas sebebi, bütün bu işaretlerin yanısıra bunun aksini gösteren işaretler de vardı. Ve bazı insanların belki de çok küçük farklı çabaları olsaydı herşey çok farklı sonuçlanabilirdi. Ama işte aklımızın bize oynamaya meyilli olduğu oyunlardan biri bu olan bitenleri, olup bitmeleri zorunluymuş gibi görmek. Yani sırf yazı egemen geldi diye, yazının egemen gelmesi gerekiyordu demek aklın bu oyununa düşmek demektir. Üstelik de bunun sebeplerini net görmeyi de engelliyor.

Öncelikle yazıyı reddeden kültürlerin varlıkları bilinmiyor. Birincisi, tarihin yazıya, belgeye dayanması yüzünden. İkincisi de çizgisel ilerleme anlayışının, teorik olarak diskredite edilmiş olsa da, genel olarak hala çok yaygın-baskın olması yüzünden. Yazı kullanmayan bir kültüre raslanırsa, yazı kullanmamayı seçmiş, yahut yazıyı gereksiz bir icat ve bir zaman kaybı olarak boşvermiş üzerine gitmemiş olabileceği değil, "henüz" yazıya geçmemiş olduğu, "henüz" icat etmemiş olduğu sonucuna varılır. Metin, Kemal Kahraman güzel bir söyleşi vermiş T.Cne dönüş konserinin öncesinde ve Zazaların, coğrafyaları üzerinde yazı imparatorlukları bir doğuya bir batıya işgal yarışları yaparken, yazısız kalmayı seçtiklerini öne sürüyorlar.

Daha sonra yazının önlenemez yayılmasının sebebi, yazılı kültürün imparatorlukların kültürü olmasındandır.  Emperyalizmin yazısız olamayacağındandır. Yazının önlenemez yayılması, Roma birliklerinin önlenemez yayılmasından farklı bir durum değildir. (ikisi de çok matah birşey olduğu için yayılmazlar) Şüphe götürmez ki, yazısız bir kültürle karşı karşıya olunduğu durumda yazı inanılmaz güçlü bir askeri avantajdır, teknolojidir.

Yazılı kültürün sözlü zihni anlaması zor. Hatırlanması gereken herşeyi kuran hatmeden gibi ezberlemeleri gerektiğini düşünüyorlar. Ve hatırlanması gereken şeyler o kadar çok ki, ezberlenmesi katiyyen mümkün değil. Ve evet, yazı olmayınca kullandığımız pek çok teknolojinin varolması imkansız. İşte burada başka bir sonuç çıkıyor, kültürel oluşumların değeri... Bir kültürün değeri teknolojik ve askeri olarak diğerlerinden ne kadar üstün olduğunda mı, yoksa her bir bireyine mutlu, dolu bir hayat sürme olanağı sunmasında mı? Bu mutlu olma olanağından her 3 senede bir yeni Playstation alıp aynı futbol oyunun her seferinde biraz daha gelişmişini oynama olanağını kastetmediğim aşikardır herhalde. İşte bu düşünce ışığında, hangi kültürün herhangi bir teknolojisini diğerine öğretme hakkı var?

Mitin geçerli olduğu sözlü kültürde sürekli bir kutsallık var. İnsanın sabah kalkıp akşam yatana kadar her yaptığı, tanrılarla, ruhlarla, doğayla bir iletişim içinde. Kutsallık kelimesini kullanırken elim yan gidiyor. Çünkü biz kelimeyi kitabi dinler kapsamında öğrendik. Fark da işte tam burada. Referans gösterebileceği bir kitap olmayan mitler esnek. Duruma uyarlanabiliyor. Dolayısıyla bu kutsallık başının üzerinde sallayan celladın baltası gibi sert, ölümcül bir kutsallık değil. Bu doğayı, evreni anlamada, anlamlandırmada kullanım bulan her kavramın kutsal olması anlamına geliyor. Celladın baltasına karşılık, bir ırmak gibi, rüzgar gibi kutsallık. Yani düşen yıldırımlar ne kadar kutsalsa, söylenen şarkılar da bir o kadar. Ve kitapsız kutsallık, değiştirilemez birşey değil. Irmağın ruhu ölebilir ya da Zeusun yeni bir çocuğu olabilir. Fakat her insanın her aldığı nefes kutsal, yaşamın her anı yaşamaya değer olacaktır.

Tabii işin ironisi, kitaplarla yayılmaya çalışılan dinlerin hemen herkesçe yanlış anlaşılmış olması. Bunu kanıtlamaya bile gerek yok, eğer kitabı okuyan 100 kişiden 99 yorum çıkıyorsa belli ki 99 değilse de en azından 98 kişi yanlış anlamıştır.

Oğuz Atay'ın dediği gibi; "yanlış anlaşılmanın garantisi yok" Bu yazıları buraya yazıyor olmamın en önemli sebebi de alttaki yorum kutusu. Özellikle yazıları kısa tutuyorum. Her türlü açığını kapatmaya, konunun her alanını tüketmeye değil, eleştriye, tartışmaya açık bırakmaya çalışıyorum. Bu yazılar konu üzerindeki sonsöz kesinlikle değil. Ve daha da önemlisi benim sonsözüm bile değiller.

Comments